SAATİ yoktu kolunda. Hiç takmazdı.
Ama buna rağmen inadına çok dakikti. Hiçbir randevusuna geç kaldığı görülmemişti.
Nerde ne zaman bulunması icap ediyorsa her zaman vakti vaktine orada olurdu.
İLK sorusu “Saatini kurdun mu?” olurdu.
Karşılaştığı her insana Allah’ın selamını verdikten sonra hemen bunu sorardı.
Tahmin edersiniz ki, ilk karşılaşma ile bu sualin yöneltilmesi bitmez muhabbet arasında gözlerini muhatabının gözlerine mıhlar ve büyük bir ciddiyetle “Saatini kurdun mu?” diye sorar ikna edici bir eda ile cevap almadıkça da asla yakasını bırakmazdı.
VAKİT hatırlatıcı olarak bilinir oldu zamanla.
Namaz vakitlerine dikkat çektiği, kişinin Rabbi ile buluşmasına bu yol ile telmihte bulunduğuna hükmedildiği için hemen cevabı yapıştıranlar olurdu ama o nedense daha ötesini arardı.
Zorlardı.
BİR sohbetinde yine derin mevzulara dalmıştı.
İçi yük dolu kamyonların yokuşu sardığı gibi anlattığı konuya derinden derine odaklanmıştı.
Daha önce duymadığımız açılımlar yapıyor, on kitap okusak içinden devşiremeyeceğimiz kadar incelikli hikmet meyvelerini dalından alıp taze taze sunuyordu.
Gençliğin başımızda duman olduğu dönemler olduğundan hınzırlıkta üstümüze yoktu.
Acaba konunun harareti sebebiyle soruyu unutacak mı hinliği ile beklemeye başlamıştım ki, yaman yanılmıştım. Tam yirmi bir defa uygun yerlere kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde “Saatini kurdun mu?” sorunu maharetle serpiştirmişti.
ARADAN yıllar geçince yukarılarda gezen akıl başa avdet ediyor tabi.
Sayı sayma, makaraya alma gibi cehalet şamatalarım geride kalınca daha önce farkına varmadığım bazı soruların derin bir sızı şeklinde kalbimi kuşattığını gördüm. O sorulardan biri şuydu:
“Kolunda saati olmayan dakik bir adamın ‘Saatini kurdun mu?’ demesi anladığımız anlamda bir saat miydi?”
“Saatin kaç?” diye sorsa anlaşılabilirdi.
“Vakit geldi mi?” diye sual etse bu da elbette makul olurdu.
Verilen bir randevu üzerinden sorgulasa bu da duruma uygunluk arz ederdi.
Ama soru öyle değildi işte… “Saatini kurdun mu?” diyordu.
Saatimizi neye kurmuş olmamız gerekiyordu ve bu hangi saat idi?
BİR müddet bu soruların hamallığını yaptım.
Gece gündüz taşımam sebebiyle öyle ağırlaşmıştı ki, uykularımı bölüyordu.
Mahalle kenarında bir bahçede çömelmiş olarak onu gördüğümde eski muzipliğimi kendimden ödünç alarak arkasından ayak parmaklarıma basarak sessizce yaklaştım.
Bir çiçekle hasbihal ediyordu.
Aklıma sarı çiçekle konuşan Türkmen Kocası Koca Yunus gelmişti. Bu da acaba zamanımızın Yunuslarından biri mi sorusunu sormadan edemedim.
Biraz daha yaklaştığımda sesini işitmeye başladım ve dikkat kesildim.
“Saatini kurdun mu?” diye soruyordu çiçeğe…
Hasbünallah dedim bu adamın başka sorusu yok muydu hiç?
“GEL imanım gel, tilkilik etme” dedi. Fark edilip yakalanmıştım.
“Çiçek ne diyor duyuyor musun?”
“Hayır efendim ben sizi duydum.”
“Marifet beni değil onu duymaktır” dediğinde suçumu kapatmak telaşıyla “Ne diyor?” dedim.
“Saatimizi kurup kurmadığımızı soruyor.”
ORADA diz üstü uzunca bir söyleşi oldu. Ustanın yaptığı çeviriye göre çiçek bize bir dizi sual etmiş.
Saatinizi aşka kurdunuz mu?
Sevdanın sırrına erdiniz mi?
Merhametin sımsıcak kaftanlarını giydiniz mi?
Sevginin künhüne varıp ateşine yanarak külünü savurdunuz mu?
Özge yâri buldunuz mu?
Hakikatin tülden peçesini kalbî bir heyecanla kaldırıp gökçek yüzünde cemali seyrettiniz mi?
HENÜZ ilk sualin cevabını tam bulup çözümleyememişken çiçeğin bu hakikatli sorularını hangi kavrayış ve bilgiyle nasıl cevaplayabilecektik ki…
Şu kadarını diyebilirim ki, saatimizi aşka kurabilirsek eğer diğer cevaplar kendiliğinden bize tebessüm edecek sanki.
Ne dersiniz?
YORUMLAR