Her şey dönüp dolaşır başa sarar. Tesadüf de olsa, bir şey bir kez bize bulaşmaya görsün, ondan ne kadar kaçarsak kaçalım,yine gelip bize çatar. O şey bizde ya sükûn bulur ya da patlar. Acaba bize gelen, kapımızı ansızın çalan, asıl olan şey mi? Ya da kaderin ördüğü ama bizim görmediğimiz ince ağ mı?
Hayatın girdapları, dalgalanmaları kadar dinginlikleri, sakinlikleri de çok. Fakat biz unutsak bile hayat unutmuyor. Biz bilinçaltına atıyoruz, hayat gerisin geri oradan çıkarıyor. Üstelik kendisinden kaçmaya çalıştığımız şey, tam da aradığımız olabiliyor. Bilmiyoruz, o anda bize gelenle, bizim ruh hâlimiz aynı paralelde değildir belki. Varla yok arası bir eş zamanlılık söz konusudur. Yani müphem bir muamma, yaman bir çelişki. O, bulutları hiçbir zaman başımızdan eksik etmeyen tesirli bir etki.
Yine de nasıl yani? Şöyle ki; şimşek çakar, gök gürler, yağmur yağar aynı anda. Hiçbiri birbirine benzemez fakat hepsi aynı amaca matuftur. Hepsi aynı hedeften haberli ama farklı teldendir. Sözünü ettiğimiz bize çatan şey de öyle olamaz mı? Uzaklardan gelenin bize yabancılığı bizim de ona yaban kalmamızdan kaynaklanamaz mı? Aynı dalın iki gülü bile birbirinden habersizken farklı diyarların iki bülbülü nasıl ötsün benzer biçimde? Aynı yumurta ikizleri bile farklıyken farklı karşılaşmalar nasıl benzeşsin?
Çok cüretkâr varlıklarız, çok tepkiseliz, çok saman aleviyiz. Gemileri yakmakta çok mahiriz. En çok da bize çıkarsız, yalansız ve umutla yaklaşanların kavurucu cehennemiyiz. Bir çırpıda ve bir kaşık suda boğabiliyoruz kaderimizi. Ruhumuza hayatın sürüklediği taptaze rüzgârları, misafir ettiği bilinmezlikleri hemen yadırgıyor, onları elimizin tersiyle itiyoruz. Anlamadan yargılıyor, öteliyor, ötekileştiriyoruz.Oysa biraz durulsak, nefeslensek, beklesek otobüsün durağa varışını, içimizi bir elif miktarı açsak belki bu kadar dönüp dolaşmayacağız kendi eksenimiz etrafında, uzun uzadıya yorgunlukların mirasçısı olmayacağız.
Ne demişti Celaleddin Rumi: “Dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Her gün giderek bizle söz arasına ne kadar derin uçurumlar giriyor.Bırakın yüzü gözü, tekrarı, bir kez bile tahammülümüz yok yeniyi karşılamaya. Kaderin uzaklardan gelen kuşuna daha soluklanmadan hemen talih veya talihsizlik adını konduruyoruz. Henüz konmamışa çirkin bir yargı kondurmak ne kadar abes ve beyhude bir heves. Çok meraklıyız ad vermeye, hayatın bize verdiği addan bihaberler olarak.
Kapımıza ilk defa gelene bir bardak su ikram etmek, güzellik değil mi? Eğer suyumuzu zehire çeviriyorsa zaten gönül kapımız önünde sonunda yüzüne kapanacaktır. Ama içirdiğimiz suyla güzelleşiyorsa bütün kapıları kapatsak da o,öyle veya böyle içeri girecektir. O hâlde şair haklı, vakit tamamdır.
haydi Abbas vakit tamam
akşam diyordun işte oldu akşam.
Bizim için de bir vakti güzele tamamlamanın hoş saatleri gelmedi mi? Yarım yamalak, çalakalem yaşamlar yerine, yeri yerinden oynatan, bizi hayatın merkezine koyan hayatlar peşinde koşacağız. Penceremize vuran yeni rüzgârlardan nasipleneceğiz. Her bahçenin çiçeğini koklamaya vaktimiz yetmediğine göre kendi yetiştirdiğimiz çiçeğin kıymetini bileceğiz. Biraz su, biraz hava çokça aşkla bulayacağız onu hayatın diriliğine. İçimize işlemiş kirli bir sır bırakmayacağız. Bam telimizi bulup avazımız çıktığı kadar bağıracağız. İyi ki varsın sevgili hayat, haydi kalk ayağa, beni baştan yarat, kendime getir, diyeceğiz.
Necati Sümer
YORUMLAR